top of page

TRENDSETTER

SERCAN APAYDIN YENİ SERGİSİ 'SAHİBİNDEN'DE. KENTİN ÜZERİNE ÖNCE 'SAHİBİNDEN' İLANININ ASILDIĞI, SONRA DA ORADAKİ İNSANLARIN 'HİÇLEŞTİĞİ' KOŞULLARDA ORTAYA ÇIKAN İMGELERİ BİR ARAYA GETİRİYOR. PEKİ, APAYDIN'IN ATÖLYESİYLE VE YAŞADIĞI KENTLE OLAN İLİŞKİSİ NASIL?

RÖPORTAJ:

NAZ CUGUOĞLU

PORTRE FOTOĞRAFI:

EDA EMİRDAĞ

Atölyen nerede? Ne zamandır burada çalışıyorsun? Atölyem, Galata civarında, Hoca Ali sokağında. Yaklaşık bir buçuk senedir bu civardayım. Atölyende geçirdiğin zaman üretimlerini nasıl etkiliyor? Atölye, fiili olarak işlerimi ürettiğim yer ve çalışmalarımı direkt olarak etkiliyor. Ama atölyede geçirilen zaman kadar dışarıyla temasın da önemli olduğunu düşünüyorum. Yeni sergin Sahibinden'de ruhunu yitirmiş, egemen sistemin elinde oyuncak olmuş günümüz kentini konu ediniyorsun. Senin kentle ilişkin zaman içerisinde nasıl gelişti? Kentte büyümüş ve genel olarak hayatını kentte şekillendirmiş biri olarak bu kavram bana her zaman garip gelmiştir. Öte yandan çevrem ve kentle kurduğum ilişkinin enerjisi resim yaparken beni etkiler. Sergide, artık bizim olmaktan çıkan kentin, alışkanlıklarımızı hiçe saydığından bahsediyorsun. Senin İstanbul'da müdavimi olduğun mekânlar, yerler nereler? Kent içerisindeki alışkanlıklarının, ritüellerinin değiştiğini gözlemledin mi? Kentli olmanın bünyemde oluşturduğu en yoğun his olan yabancılaşmanın, resim dilime ne kadar katkıda bulunduğunu sorguladım hep. Hep bir yabancılık ve mesafe hissettim mekânlara yönelik. Resimlerimi de öyle boyamaya çalıştım. Biraz soğuk. Dolayısıyla müdavim olmak ve alışkanlıklar geliştirmek konusunda da hep sıkıntılar çektim. Yani hiçbir yere alışamadım. Ama sosyal hayat üzerinden bu değişimleri fark etmemek mümkün değil. Ayrıca, dönemin edebiyatı, sineması ve müziğinden de hissedilir bu durum. Yani, hayata biraz daha yabancılaşıp daha çok kendi özümüzü sorguladığımız bir süreç yaşanıyor sanki. Kent; yaşanılan mekân olarak, artık daha mesafeli bize. Aynı zamanda kentin farklı bakış acılarına olanak veren esnekliğinden vazgeçtiğinin altını çiziyorsun. Bu farklı bakış acıları günümüzde ne şekilde bir arada var oluyor, ya da beraber var olabiliyor mu? Bir küreselleşme vaziyeti yaşarken, toplumsal sınıflaşma da kent mekânlarının belirleyicisi halinde. Bulunabileceğimiz yerlerin sınırları oldukça net çiziliyor. Bizi bünyesine dâhil ediyormuş gibi görünen mekânlara da özünde çok yabancıyız. Kenti birlikte dolduruyormuş gibi görünsek de, mesafeler giderek artıyor. Bu, benzer işlerle uğraşan insanlar için de geçerli. Herkesin bilerek yaşadığı bir durum; bilerek ve kabullenerek. Esneklik yok. Katılık var ve sürekli tosluyoruz. Günümüz ortamında gerçekten birlikte var olmak, bir araya gelebilmek oldukça zor. Sahibinden başlığı senin için ne anlama geliyor, ardında ne gibi düşünceleri barındırıyor? Başlık aslında oldukça düz ve net bir yaklaşımdan geliyor. Güncel ve politik yaklaşımla bu başlığa karşılık bulmak zor değil. Şehirde, birçok insanda da gözlemlediğim gibi, özellikle İstanbul'da yaşamanın maliyeti üzerinden bir değer sorgulaması oluştu kafamda. Neticesinde şehirle bir değer ilişkisi kurulamayacağına, sadece maliyet ilişkisi kurulabileceğine karar verdim. Atölye gibi özel bir alanda iş üretmenin ciddi bir maliyeti var. Kentle bütünüyle ilişki kurabilmenin de öyle aslında. Eskiden sanatçılar, entelektüeller, sadece oluşturdukları değer açısından bir yerlerde saygı görüp, yaşamlarını sürdürebilecekleri alanları daha kolay oluşturabilirlerdi. Şimdi ise sadece; hesap numaralarına yatan kiralar, ilişkilerin belirleyicisi. Hâl böyle olunca biraz bu sıkıntıların da yansıdığı bir dil gelişti son işlerimde. Ama boyamaya çalıştığım şey, kuramadığım aidiyet duygusu üzerinden oluşan mesafe olarak şekilleniyor. Nedir bir yere, bir şeye sahip olma duygusu tam olarak? 'Hacimsiz Kütleler' başlığıyla tanımladığım bazı işlerim, hem görünen dünyaya ve mekâna, hem de resmin kendisine yaptığım göndermelerden oluşuyor. Resim de bir mekân ve sınırları var. Ama resimdeki sınırın belirleyicisi sensin. Ayrıca sonsuza kadar önce bir imge sonra da bir nesne olarak kalabiliyor resim. Dolayısıyla her görene ve ilişki kurana da ait olabiliyor. Sahibinden ismiyle ortaya konulmuş bu sergi, hem olanı yorumlama hem de yeni bir tavrın sahibi olma deneyimi. Her ne kadar çelişkili olsa da... Peki, yönlendirici ve denetleyici mekanizmalardan başka hiçbir özelliği kalmamış olan kent, bizim onunla ve birbirimizle kurduğumuz ilişkiyi nasıl etkiliyor? Sınırları net olarak çizilmiş mekânlardan oluşuyor ve öyle işliyor artık şehir. Herhangi bir yerde öylesine durmak bile şüphe uyandırıcı. Bu da güvenlik mekanizmasıyla ilgili. Artık nereye girersen gir tanımlanıyorsun. Güvenlik onayından geçmen gerekiyor. İnsan ve mekân şüpheli. Yöneticilerin alanları ultra korunaklı. "Eskiden sanatçılar, entelektüeller, sadece oluşturdukları değer açısından bir yerlerde saygı görüp, yaşamlarını sürdürebilecekleri alanları daha kolay oluşturabilirlerdi. Simdi ise sadece; hesap numaralarına yatan kiralar, ilişkilerin belirleyicisi."

Egemen mimari dikine uzuyor ve kendini sürekli olarak daha güvenli, en güvenli noktada konumlandırmaya çalışıyor. Herhangi bir ilişkiden söz etmek mümkün değil sanıyorum, sadece maliyet ilişkisi. Önceki serginde kenti 'Derin Boşluk' olarak niteliyordun, o serginin ardından kentle kurduğun ilişki, onu tanımlama şeklin bu sergide nasıl değişti? Çok değişmedi aslında, Derin Boşluk da, Sahibinden de benzer bir varoluş çelişkisine gönderme yapıyor mekân üzerinden. Bunu hem bireysel hem de toplumsal varoluş olarak yorumlamak da mümkün. Nedir yeryüzünde, bir mekânda, kentte var olmanın karşılığı? Bu hâl, bu vaziyet? Bir sıkıntı var ama, o kesin! Sahibindende üzerinde durduğum, daha çok satılık ya da kiralık hissi ve bunun üzerinden dönen kısır hayat. Böyle bir darlık bu koca boşlukta, biraz fazla garip sanıyorum. Rant gruplarının elinde gelişmekte, yıkılmakta ve yeniden yapılmakta olan kent sonucu toplumsal hafızamız ne şekilde etkileniyor? Günümüz kentinin sınıfsal ayrımı belirginleştirdiği alanları net olarak görmek mümkün. Artık öyle bir hâle geldi ki gözümüzün önünde geri dönüşümü olmaksızın şekilleniyor. İdeolojiler değiştikçe kentin sahipleri de değişiyor ve her ideoloji kendi alanlarını oluşturuyor. Günümüz ideolojisinin sahibi olan sermaye de elbette yeni hafıza alanları oluşturuyor, fakat bunlar oldukça distopik. Zizek'in 'Mimari Paralaks' isimli kitabından, VVittgenstein'ın vecizesini hatırlayın: "Hakkında doğrudan konuşamadığımız şey, etkinlik biçimimiz yoluyla gösterilebilir. Resmi ideolojinin, hakkında açık seçik konuşmadığı şey bir binanın dilsiz işaretleri yoluyla gösterilebilir." İnsanı altında ezen büyüklük, anıtsallık gibi unsurlar mimaride iktidarların hiçbir zaman vazgeçemediği yaklaşımlar oldu. Bu günümüzde de böyle devam ediyor. Post modern mimaride özneye daha fazla özgürlük tanındığı düşünülse de, bu biraz simülatif kalıyor.

Sergide, içinde serilerin de bulunduğu, kendine özgü plastik dilinin öne çıktığı 40'ı aşkın yeni çalışman izleyicilerle buluşuyor. Sergide yer alan çalışmalarından biraz bahsedebilir misin? Sergide, 'Kütle, 'Hacimsiz Kütle', 'Yüzey İzleri', 'Ağırlığın Yüzeyi' olarak tanımladığım ve toslama hissiyle yaptığımı düşündüğüm, soğuk ve net boyanmış işlerin yanı sıra, 'Bozulma' serisi gibi daha deneysel, soyut arayışlar yakaladığımı düşündüğüm, aslında egemen ideoloji tarafından bozulan, hatta yok edilen kentlere gönderme yapan işler de var. İnşaat çuvalı olarak bilinen jüt çuval üzerine yapılmış bu işlerde, yapım aşamasında kapatılma simgeselliği üzerinden bozma, yok etme aşamasına bir gönderme yapmak mümkün olabilir. Bununla birlikte 'Delik Serisi' olarak boyadığım, stadyum/arena kavramının ele alındığı, devam niteliği taşıyan bazı işler de mevcut. Bunlar, kentin ve mekânların değişen sahipleri ya da yeni sahipler ve mekânlar birlikteliği üzerinden oluşan işler. Genelde soğuk bir dille boyamaya çalıştığımı ifade ettim. Bazı plastik içerikli malzemelerle uyguladığım çalışmalarda da bu soğuk ve mesafeli dili desteklemeye çalışıyorum. Yapay çim, maket malzemeleri, inşaatları "Kent; yaşanılan mekân olarak, artık daha mesafeli bize." kapatmak için kullanılan jüt çuvalları, resimlerimde zaman zaman kullandığım malzemeler olarak sayılabilir. Sahibinden sergisinde birbirinden farklı odaklanma süreçlerinde ama bütünsellik gözetilerek bir araya getirilmiş işler görmek mümkün. Sergi, kentin üzerine önce 'sahibinden' ilanının asıldığı, sonra da oradaki insanların 'hiçleştiği' koşullarda ortaya çıkan imgeleri bir araya getiriyor. Bu imgeler neler? Bu imgeler boş binalar, rezidanslar, gökdelenler, arenalar, parklar. Terk edilmiş değil, seni içine hiç dâhil edememiş mekânlar olarak... Senin üretimlerinin, özelliğinden yoksun bırakılmış kentin varlığına karşı bir direniş olduğunu söyleyebilir miyiz? Direniş meselesine daha bütünsel yaklaşmak gerekir diye düşünüyorum. Mücadele etmek, bir şeyleri zorlamak, başlı başına direniş mekanizmasının içinde olan şeyler. Bu resim yaparken de böyle, hayatın içinde kendini konumlandırırken de. Bu kentte ısrarla var olunacaksa, direnmekten başka çare yok. Bundan sonra seni nerelerde göreceğiz? Meseleler bitmez, resim yapmaya devam edeceğim.


RECENT NEWS

ARCHIVE POSTS

bottom of page